Yükleniyor...

Geçmişe dair ne varsa özlüyorum

15 Haziran 2020

Fatma ve Memik Hilmi Üzümcü çiftinin ikinci çocuğu olarak 1941 yılında dünyaya gelen Özden Turgay, hayatını 1963 yılında, geçmiş dönem belediye başkanlarından Esat Kaya Turgay ile birleştirir. Gaziantep’in gelenek göreneklerini, kültürünü, renkli ve bir o kadar da hareketli sosyal yaşamını ve ailesine dair çok değerli bilgileri Cemiyet Dergisi okurları için paylaşan Özden Hanım ile söyleşimizi keyifle okuyacaksınız… 57 yıllık evliliklerinin temelinin sevgi ve saygıya dayalı olduğunu belirten Özden Hanım, “Eşim çok dürüst ve çalışkan bir insandı. Çok hassas yürekli ve yardımseverdi” diyerek gençlere şu nasihatte bulundu: “Gençler ortak bir hayatı paylaşacaklarının bilincinde olmalılar, birbirlerine daima saygılı olmalılar.”

 

Kendinizden bahseder misiniz?

1941 yılında, Eyüboğlu Mahallesinde, ailemin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldim. 1955 yılına kadar oradaki evimizde oturduk. Sonrasında şimdiki Sigorta Hastanesinin yerinde çok geniş bir arazi üzerinde bağ evimiz vardı, oraya geçtik.

 Ailenizden bahseder misiniz?

Annem Fatma, babam Memik Hilmi Üzümcü. Annem ev hanımıydı, Babam ticaretle uğraşırdı, üzüm ve fıstık ticareti yapardı. Varlıklı ve Antep’in hatırı sayılır isimlerinden biriydi. Son zamanlarda diğer işlerinin yanı sıra sabunculuk yapmaya da başlamıştı. Eski belediyenin karşısında Hanımız vardı, Güven Hanı.

5 kardeşiz biz. 1939 doğumlu ablam Özgül Yeşilyurt, enstitü mezunuydu. Benden iki yaş küçük erkek kardeşim Erdal, dört yaş küçük İlker ve ondan yedi yaş küçük olan da Ali Üzümcü idi. Erdal yüksek ticaret okudu, İlker kolejde okudu, dışarıdan ticari bilimler akademisini bitirdi. Ali de Amerika’ya gitti, 20 yıl kendisini göremedim. Annem de babam da göremeden vefat ettiler.18 yaşında gitti, 38 yaşında geldi, orada elektrik-elektronik mühendisi oldu. 

Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?

Biz o zaman çok serbest değildik, dönem itibariyle. Babam otoriterdi, ne isterse o olurdu. Çok titizdi her konuda. Annem de babama itaat ederdi, birbirlerine çok saygı gösterirlerdi. Anne ve baba sevgisini doya doya yaşadık. Bir gün bile anne babamızdan bir fiske yemedik. Babam çok otoriterdi belki ama bize karşı hiç sert değildi. Ticaretle uğraştığı için farklı illerden sürekli misafirleri gelirdi, babam onları saza götürürdü muhakkak. Gece 12’de kapı çalınırdı, garson simit ve kıyma getirirdi, annem köfte yoğurur saza gönderirdi. Misafiri olmadığı zaman akşamları sofraya birlikte oturulurdu. Evde bile olsak muhakkak en güzel kıyafetlerimizi giymeliydik, kendimize hep özen gösterirdik. Annem tam bir hanımefendiydi, muhteşem bir kadındı. Hem yazar hem okurdu, çok kültürlüydü. Kendini evine, ailesine adamıştı. Yardımcıları vardı ama ev işleriyle muhakkak kendisi ilgilenirdi.

Radyodan başka eğlence yoktu o zamanlar, akrabaların kızları bize gelirdi. Çok mutlu bir çocukluk geçirdik. 

Sigorta Hastanesinin yeri bağ evimizdi

Babam Adalet Partisinin kurucularındandı. 1960 ihtilalinde Antep’te 13 kişinin mallarına el konuldu, bunlardan biri de babamdı. Sigorta Hastanesi bizim bağ evimizdi, orada iki katlı muhteşem bir köşkümüz vardı. Çok geniş bir bahçesi vardı, Kavaklık’ta Alleben Deresine kadar uzanıyordu. O evimizde o kadar güzel bir çiftlik hayatı yaşadık ki, atımız vardı, bisiklete binerdik. Oralar hep bağ, bostandı. O evimize de el konulmuştu sonradan. Babam bunların üzüntüsüyle hasta oldu. İhtilalden sonra aile olarak çok sıkıntılı bir süreç yaşadık.

 Nasıl bir öğrenciydiniz?

Dayı Ahmet Ağa İlkokulunda okudum ben, çok güzel bir okuldu anlatamam. Çok güzel bahçeleri ve çok büyük bir havuzu vardı. Bahçesi o kadar genişti ki kamelyalar vardı. Kamelyalı yolun kenarlarında gül bahçesi vardı. Aşağısında yine çok büyük bir bahçe vardı yine, o bahçede tarım dersi görürdük. Sebze yetiştirirdik. Yaz aylarında da o bahçede garden partiler, balolar yapılırdı.  

1 Mayıs’ta muhakkak Kavaklığa pikniğe giderdik. Ortaokulu, Kız Ortaokulunda okudum. Kayacık’ta ara bir sokaktaydı. 19 Mayısta falan özel hazırlanan kostümlerimizi giyer, yürüyüş yapardık. Ortaokuldan sonra okuyamadım zaten. Liseye gitmek istedim, ailem göndermeyince ben de inat ettim, ısrarlarına rağmen ‘Enstitüye gitmem’ dedim ve gitmedim. Nakışı, dikişi de çok sevmezdim. 

Evlilik süreciniz nasıl gelişti? Nasıl tanıştınız?

Ablamın eşi doktor, evlendikten sonra iki sene İstanbul’da yaşamışlardı. Benim eşim, ablamın görümcesinin oğlu. Eşinin ailesi ablamdan memnun olunca beni de aileye gelin olarak almak istemişler. Babam aynı aileye iki kız verme taraftarı değildi. Başta karşı geldi ama ısrarla isteyince kısmetmiş kabul etti. 1963 yılının Şubat ayında nişanlandık. Nikâhımız nişanımızla birlikte yapıldı. Aynı yıl 29 Aralık’ta da evlendik. 22 yaşındaydım evlendiğimde. Kalenin o civarda Kızılay Kulübü vardı eskiden, Antep’in en iyi kulübüydü. Düğünümüz orada yapıldı. Kış ayıydı ve kardan dolayı kulübe gitmekte zorlanmıştık. Öğretmenevleri vardı Bahçelievler’de, evlendiğimizde orada oturduk.

 Eşinizden bahseder misiniz?

Eşim Esat Kaya Turgay, Zekiye ve Ali Haydar Turgay çiftinin oğlu olarak 1934 yılında dünyaya gelmiş. 5 kardeşlermiş. Eşim inşaat mühendisiydi. Tanıştığımızda yeni mühendis olmuştu, genellikle görevli olarak hep yurtdışında bulunmuş. Biz evlendiğimiz sene eşim Bayındırlık İl Müdürü oldu. Bayındırlık Müdürlüğünün ardından da müteahhitlik yaptı ancak özel işler değil de hükümet binaları, okullar gibi resmi binalar yapıyordu.

 Eşim vatanını çok severdi

Eşim çok dürüst ve çalışkan bir insandı. Çok hassas yürekli ve yardımseverdi. Hem işleri dolayısıyla çok yoğundu hem cemiyette olmanın gerektirdiği bir aktifliği vardı. Sonrasında CHP’den siyasete atıldı. Bu yoğunluğa sürekli Ankara’ya gidip gelmesi de eklenince yoğunluğu daha da arttı. O süreçte hep kendisine destek oldum. Eşim vatanını, milletini, şehrini çok seven bir insandı. 1973 yılında belediye başkanı seçildi. İşine daha hâkim olmak, daha düzgün yapabilmek için de 1975 yılında Hukuk Fakültesine girdi, edindiği bilgilerin kendisine yeterli olduğunu düşünerek 3. sınıfta okulu bıraktı. Belediyecilik anlamında Gaziantep’e çok önemli hizmetlerde bulundu. ‘Bu mevki gelip geçici aslolan hizmettir’ mantığıyla hareket etti her zaman. Eşimin başkanlığı döneminde mütevazı yaşantımızdan hiç vazgeçmedik. Eşim,1980 yılına kadar başkanlık yaptı, 1980 ihtilaliyle birlikte cezaevine girdi. 9 ay kaldı cezaevinde. Çok okumuş, çok kültürlü bir insandı. Kendi girişimleri ve çabalarıyla da aklandı, çıktı cezaevinden.

 Uzun yıllara dayanan mutlu bir evliliğiniz olmuş, neydi bunun sırrı? Gençlere ne öğüt vermek istersiniz?

Evliliğin temelleri saygı ve sevgiye dayalı olmalı, bizim evliliğimizde de böyleydi. Ataerkil ailelerde yetiştiğimiz için zaten saygı esastı. Eşim ailemizin reisiydi ancak ne o beni kısıtladı ne de ben onu, birbirimize inanılmaz güvenirdik. Kendisini geçtiğimiz yıl kaybettik. 57 yıllık bir evlilik dile kolay… Sıkıntılı süreçler yaşadık, birbirimize hep destek olduk ve her şeye rağmen çok güzel bir evliliğimiz oldu.

Günümüzde evliliklerin yürümemesini gençlerin birbirine üstünlük kurmaya çalışmasına bağlıyorum ben. Birbirleri arasında elbette eşit olsunlar ama bunu anlaşarak yapmalılar, inatlaşmamalılar birbirleriyle. Ortak bir hayatı paylaşacaklarının bilincinde olmalılar, birbirlerine daima saygılı olmalılar.

Kaç çocuğunuz var, onları yetiştirirken nelere dikkat ettiniz?

1965 yılında kızım Sibel, 1975 yılında da oğlum Ali Haydar dünyaya geldi. İki çocuğumun arasında 10 yıl var. Böyle olunca Ali Haydar doğana kadar Sibel’i çok sakınarak büyüttüm. Bunun yanlış olduğunun sonradan farkına vardım. Ali Haydar daha özgür büyüdü. Çocuklarımız ne istediklerini bilen, özgüveni olan bireyler olarak yetiştiler. Onların eğitimleri konusunda da oldukça hassas davrandık.

 Eşinizle birlikte neler yapmaktan keyif alırdınız?

Eşim gerek iş hayatı gerek belediye başkanlığı döneminde oldukça yoğundu. Biz de vakit buldukça beraber bir şeyler yapmaya özen gösterirdik tabi. Bilinen bir aile olduğumuz için kendi çevremizin gerektirdiği bir sosyal hayatımız vardı ancak özellikle başkanlık döneminde eşimin dışarıdan gelen misafirleri çok olurdu. Onun yanı sıra davetler, düğünler ve buna benzer etkinliklere sıklıkla katılmak durumunda kalıyorduk. Hal böyle olunca da zaten çok hareketli bir yaşantımız vardı.

 Düğün adetlerinden bahseder misiniz bize?

Eskiden davetiye yoktu, düğünlere misafirleri okuyucular çağırırdı, davet edilen kişi de okuyucuya hediye verirdi. Düğünler evlerin bahçelerinde olurdu. Bahçenin bir köşesine perde çekilirdi. Çalgıcılar gelir o ayrılan bölümde otururdu. Sahneye kayınvalide için de bir koltuk konulurdu. Kayınvalide o koltuğa otururdu. Düğüne gelen nişanlı kızlara sepet gelirdi, sepette sezonun meyveleri, çikolata, kahkeler, çerezler olurdu. Kapıda geline fincan kırdırılırdı. Takı merasimi de düğünde yapılırdı. Dileyenler, düğünde de gelinçide de birkaç kıyafet giyerdi.

 Düğünün ertesi gün yemekli gelinçi olurdu

Yeni gelinler Antep işinden önlükler giyer masaları hazırlardı. Kışın yapılan düğünlerde kabaklama, yoğurtlu çorba, pirinç pilavından oluşan bir menü hazırlanırdı. Yazın da doğrama ve pilav pişerdi. O gün bittikten sonra da gelin görme başlardı. Kimse ‘ben düğüne gidiyorum’ demezdi, ‘gelinçiye gidiyorum’ derdi.

 Kabul günleri nasıl olurdu?

Beş pencereli bir misafir odamız vardı, evin en güzel yeriydi. Orada olurdu annemin kabul günleri. O dönemde ayda 2- ya da 3 kere yapılırdı. Yaz günüyse koltuklar bahçelere inerdi. Portakal şurubu, limonata ve kaymaklı bisküvi ikram edilirdi, pasta yoktu o zamanlar. Ablam enstitüye gittikten sonra pasta yapmaya başladı.

Ben de evlendikten sonra sürdürdüm bu geleneği ve ayda bir kabul günü yaptım. Benim de hep yardımcım vardı, birlikte temizliği, pastalarımızı yapar hazırlanırdık. Yemek de hazırlardık çünkü kabul günlerinin akşamında tüm akrabalar birlikte yemek yerdik. Tüm hazırlıklar bittikten sonra berbere gider sonra da misafirlerimizi kabul ederdik. İkramımızı yapar, sohbetimizi ederdik, gece de sofralar kurulur yemekler yenilirdi.

 Yazlık sinemalara giderdik

Gece 3’de kalkılır, ekmek yapılırdı. Saat 6 buçuk gibi ekmek yapımı bittikten sonra, ocağa kazan konulur su ısıtılırdı. Beş tane leğen (teşt) yan yana konulurdu. 5 kişi bunların başına oturur, çamaşır yıkardı, iki kişi de yukarıda çamaşır sererdi. Eğer akrabalardan gelen olmuşsa onlar da yorganları dikerdi. Saat 11’e doğru bu işler biter, temizlenilirdi. Saat 1 buçukta da sinemaya giderdik, Baydar Sinemasına. Biz küçükken de babam bizi yazlık sinemaya götürürdü, salonda değil, locada oturur izlerdik. Eskiden et hali olan yerde de Saray Sineması vardı, eve uzak olduğu için oraya arabayla gider gelirdik.

 Peki, sahreler nasıl olurdu?

Faytonla giderdik sahrelere. Önceden hazırlanan yiyecekler de olurdu ancak, yemekleri oraya gittiğimizde hazırlamak daha keyifliydi. Kavaklıkta her yerde su pınarları kaynardı. Alleben Deresi de çok güzeldi o sıralarda. Antep’in esas suyu, Tütüncüler Parkı olan yerden akardı. Kavaklığa sahreye gidenler suyunu oradan alırdı. Çok eğlenceli olurdu sahreler, yemekler yenilir, eğlenilir sonra da eve dönülürdü.

 Bayramlar nasıl geçerdi?

Bayramlar çok güzeldi. Çocukluğumuzda annem bayramlarda her gün için ayrı ayrı elbise diktirirdi bize. Bayramın en önemli özelliği geniş ailelerin aynı sofra etrafında bir araya gelmesi, kalabalık yemekler, bayram ziyaretleriydi. Gelen akrabalarla bayramlaşır, sonra da biz onlara giderdik. Ziyarete gelen çok yakın akrabalara yemek hazırlanır, uzak akrabalara da fekke (sucuk, bastık, pestil vs yiyecekler) ikram edilirdi.

 Lunaparklar kurulurdu

Kurban bayramlarında babam 15 tane koyun kestirirdi. Sabah namaza gidilir namazdan dönülürdü. Daha sonra iki kütük konulurdu bahçeye, birinde çiğ köftelik et dövülür diğerinde de kebaplık doğranırdı. Mangallar yanar, masalar kurulurdu. O gün akşama kadar gelenlere yemek ikram edilirdi. Ertesi gün de güzelce hazırlanılır, büyüklere ziyarete gidilirdi. Babamın arabası vardı, çok fazla arabası olan yoktu, hali vakti yerinde olanlar da arabası yoksa faytona binerdi. Bayramlar şölen gibi geçerdi. Eski vilayetin olduğu yer Çukurbostan’dı, orada lunapark kurulurdu. Bir de eski belediye hanının oraya lunapark kurulurdu. Salıncaklar, dönme dolaplar, cambazlar olurdu.

 Geçmişe dair en büyük özleminiz nedir?

Geçmişe dair ne varsa özlüyorum, her şey çok doğaldı. Arkadaşlıklar, dostluklar, hatta yiyecekler, giyecekler… Yiyeceklerin doğallığı, lezzeti bozuldu. Kıyafetler bile eskiden çok çok kaliteliydi. Şimdi ki gibi hazır giyim yoktu ki. Biz çocuklarımızın kıyafetlerini bile kendimiz dikerdik ya da diktirirdik. Dikişe yatkınlığım yoktu ama yeni evlendiğimde Akşam Sanat Okuluna gidip dikiş öğrenmiştim.

 Kılık kıyafetler nasıldı?

Yalnızca özel günler için değil gündelik yaşamda da kılık kıyafete çok özen gösterilirdi. Kadınlar da erkekler de çok şık giyinirlerdi… Kıyafetlerinin, ayakkabılarının, şapkalarının rengine, birbiriyle uyumuna dikkat ederdi. Balolara katılacak insanlar çok önceden hazırlık yapmaya başlardı, özel kıyafetler diktirilirdi. Simokin ve tuvalet giyilirdi muhakkak.

 Fotoğraflar sizin için ne ifade ediyor?

Eskiden fotoğraflar cam üstüne olurdu. Fotoğraf çekilmeyi de onları albümlerde itinayla saklamayı da çok önemserdik. Hem o fotoğraflar çocuklarımız ve torunlarımız için de yıllar sonra güzel birer hatıra olarak kalmış oluyor hem de biz geçmişi yâd ediyoruz.

 Kutu:

Eskiden her şey mevsiminde pişirilirdi ve dolaysıyla çok daha sağlıklı beslenirdik. O dönemlerde kışın konserve domates falan yapmazdık, domates kurusu olurdu. Hasırların üzerinde kurutulurdu. O domates kurusu ve salça kullanılırdı sadece. Kışın sebze yerine kuruluklar kullanılırdı. Bakliyat tüketilirdi daha çok. Antep’in mutfağı et ve bakliyat ağırlıklıydı. O dönem yapılan yemekler hem daha çok sağlıklıydı hem de pek çoğu da şu an yapılmıyor maalesef.

 Siz o yıllarda kışlık hazırlıklarınızı nasıl yapardınız?

Kışlık erzak hazırlıklarımız çok güzel olurdu. Söylemez Pasajının arkasında bir yer vardı. Ne kadar zahire yapılacaksa oraya gönderilirdi. Kimin zahiresi varsa o, yemek yapar oraya giderdi. Buğdaylar yıkanır, dama serilirdi. Sonra çuvallara doldurulur eve götürürdü. Dileyen o buğdaylar kuruyana kadar orada yatardı. Biz de kalmıştık bir keresinde… Bahçeye ‘hallefçi’ gelirdi. Bunların kolla çevrilen değirmenleri vardı. Beyaz önlüklerini giyer, zahireyi önce büyük kalburlarda elerlerdi. Makine ayarını yapar önce bulguru sonra simidi çekerlerdi. Bir de sitti simidi vardı, simitten daha ufak olurdu, onu çekerlerdi. Evde ambarlar olurdu, bir tarafa bulgur bir tarafa pirinç bir tarafa da simit konulurdu. O sitti simidi az olurdu. Baharda biber salçası falan yaparken taze biber suyu, ceviz, tere yağ ve sitti simidiyle köfte yoğrulurdu. Hemen yapılıp yenilirdi.

 Kışlık yiyecekler özenle hazırlanırdı

En az 500 kilo biber ayıklanırdı. O zaman da sandık yoktu mahralar vardı. Biberler, domatesler mahralarla gelirdi. Ocaklar kurulur, salçalar ocağa konulan teşt’lerde kaynatılırdı. Salça hazırlandıktan sonra mahsendeki yerini alırdı. Sonrasında 4-5 teneke sadeyağlarımız gelirdi köylerden. Peynir de 100-200 kilo küplere basılır evin en soğuk yerine konulurdu. Herkesin yağcısı, peynircisi belliydi.

 Ondan sonra şire hazırlığı başlardı. Evde cevizleri, fıstıkları ipe saplar hazırlardık. O zaman Antep’in şirelik üzümü vardı, sucuk ondan yapılırdı çünkü rengi çok güzel olurdu. Diğer yandan eli becerikli olanlar muska sarardı. Bastık yapılırdı. O zaman tahta ölbe’ler vardı, ince tahtadan. Bastıklar onlara konulur ağzı kapanır kışın yenilirdi. Ekim ayına doğru üzüm heveng’i asılırdı. Nar mevsimi evin çatısının altına nar asılırdı, oraya bardakaltı denilirdi o zaman. O asılan narlar kış aylarında sobanın başında ayıklanır yenilirdi. O dönemlerde misafir geldiği zaman sinilere nar soyulur konulur, üzüm, bastık, sucuk konulur ikram edilirdi, bunlara fekke denilirdi… Baklava ancak bayramlarda ya da özel davetlerde ikram edilirdi. Çay yerine tarçın kaynatılır ikram edilirdi.

 

 

 

Sosyal Medyada Paylaş